Gerçek Hayattan İlhamla – Kadın ve Aile Sosyolojisi

Bingöl

Nisan sonu seyahatimde hoş sohbetlerde dinlediğim kadarıyla bu yazıyı toparladım. Yazmasan olmazdı. Herkesin birçok hikayesi var… Ailenin beğenisi ve onayı ile burada da yayınlıyorum. Azize Hanım anısına saygıyla ve sevgiyle…

“Bingöl, dağları gibi yüksek, göçleri gibi yorgun, türküleri gibi kırık ama dimdik duran bir yerdir.”

Bingöl Dağlarında Sessiz Bir Devrim

Bingöl’ün sarp dağları arasında, rüzgârın bile susmayı öğrendiği bir köy vardı. Bu köyde zaman ağır, hayat sessiz ama anlamlı akardı. Taş duvarlı evlerin gölgesinde sürdürülen hayatlar, dışarıdan bakıldığında sıradandı belki ama içlerinde sessiz devrimler saklıydı. Bu yazı, o evlerden birinde büyüyen ve büyüten bir kadının, Azize’nin ve onun oğlu Ahmet’in hikâyesidir.

Azize, Bingöl’ün Yedisu tarafında, göğe yakın bir köyde doğdu. Henüz çocuk denecek yaştayken on beşinde  ailesi onu Mehmet Selim’e verdi. Düğün gününde saçına tel takılmıştı ama kalbine söz söylenmemişti. Gelinliği ağır, suskunluğu daha ağırdı. Bu evliliği bir görev gibi yaşadı. Kocasına karşı ilk iki yıl boyunca sessizlikten bir duvar ördü; soğuktu, kırgındı. Çünkü o hâlâ çocuktu.

Derken ilk oğul Osman doğdu. Ardından bir oğul daha Ahmet. O alçak çatılı, yüreği geniş evin içinde yankılanan bebek sesiyle birlikte Azize değişti. Mehmet Selim’e bakarken artık nefret değil, kabullenme vardı gözlerinde. Sessizlik yavaşça çözülmeye başladı. Azize, “bu hayatı kabul ediyorsam, onu kendime göre şekillendirmeliyim” diye düşündü. Şekillendirdi de.

İkinci oğlu Ahmet doğduğunda, Azize hayatın içine daha yeni alışıyordu. Ama hayat alışılacak gibi değildi. Ahmet henüz bir yaşındayken, Mehmet Selim bir kan davası yüzünden cezaevine girdi. Her şey bir anda değişti.

Evleri yakıldı. Sadece çatı değil, güven de çökmüştü. O yangından sonra Azize, kucağında iki çocukla baba evine sığındı. Dayılarının yanına taşındılar. Göçtüler ama sessizce, kimseye yük olmadan. Taşındıkları evin duvarları yabancıydı ama Azize’nin kalbi daha da yabancıydı kendine. Tam on iki yıl boyunca, köyde hayvanlarla, tarlayla, karla, kışla boğuşarak yaşadılar. Bir yandan çocuklarını büyüttü.

Azize, kocasız geçen bu yıllarda aslında bir kadın olarak büyüdü. Kendi gücünü, kararlılığını, evlatlarına olan inancını keşfetti. Bu çocuklar da onun gibi dik durmayı öğrendi.

Mehmet Selim on iki yıl sonra cezaevinden çıktığında artık başka bir hayat vardı. Başka bir düzen, başka bir Azize. O eski gelin gitmiş, yerine bir yapı taşı gibi sağlam bir kadın gelmişti. Herkes bir bakışta anladı: bu aileyi ayakta tutan kadın olmuştu.

Köy artık dar geliyordu onlara; Karar alındı ve uzaklardaki bir şehre taşındılar. Hayat daha kolay olmadı ama yeni bir düzen kuruldu.Yeni çocuklar geldi: Mehmet Sıddık, Mehmet Sinan, Mehmet Mustafa ve en son Hilal. Bir annenin sesinden değil, direncinden doğdular.

BingölAzize’nin oğlu Ahmet, üniversite okudu, mühendis oldu. Karayollarında başladığı iş hayatında sonra kendi şirketini kurdu. Farklı ülkelerde inşaat, turizm ve enerji sektörlerinde ortaklıklar geliştirdi. Kardeşleri ve üniversite mezunu çocuklarıyla birlikte başarıdan başarıya koştu. çoğu zaman toprak tonlarında giyinmeyi tercih etti. Belki de bu, doğduğu toprağa duyduğu sadakatin inşa ettiği karayollarının bir yansımasıydı.

İstanbul ve Mersin’de kurulu bir düzeni olmasına rağmen, ne zaman fırsat bulsa Bingöl’e döndü. Çünkü toprağın çağrısı susturulmazdı. Azize’nin yıllar önce yaktığı o ilk ocağın dumanı artık farklı şehirlerde, farklı ufuklarda tütüyordu.

Zamanla aile genişledi. Ancak bu genişleme sıradan bir kalabalık değil, bir fikrin, bir sistemin doğuşuydu. Aile, Bingöl merkezde, her yerden görülebilen bir taş konağa yerleşti. Herkes oraya “Budan Malikânesi” demeye başladı. Bahçesi meşe kokardı, rüzgârı tanıdıktı. Orada her yıl düzenlenen aile toplantıları, bir dönüşümün başlangıcı oldu.

Ahmet’in önderliğinde gelişen bu düşünce sistemi yazılı değildi ama herkesin kalbinde bir kitap gibi yer etti. Buna “Budanizm” dediler. Bu, bir aile felsefesiydi: Ortak mal anlayışıyla ev, araba, tarla kimsenin değil, herkesindi. Kadınlar yalnızca evin içinde değil, sistemin içinde de varlık gösteriyordu. Şirketlerde çalışmayan gelinlere bağlanan maaşlar Bingöl için duyulmamış bir uygulamaydı. Ama o maaşlar yalnızca ekonomik bir destek değil, görünürlüğün, saygının ve güvenin simgesiydi.

Her kız çocuğu okutuldu. İstedikleri yaşta, istedikleri insanla evlendiler. Bazıları kıtalar aşarak eğitimini tamamladı, bazıları ise geleneksel evliliklere döndü. Ahmet, bazen içinden “bunca yatırım, fedakârlık, sonunda yine mi eski sistem?” diye geçirdi. Ama hayatta her dönüşüm bir kuşak kadar zaman alıyordu, bunu da biliyordu.

Azize’nin adı artık yalnızca bir annenin değil, bir sistem kurucusunun adıydı. O artık bir hikâyeden ibaret değildi; bir düşünce yapısının temeliydi. Azize’nin anısına, Ahmet babası Mehmet Selim adına bir vakıf kurdu. Öğrencilere burslar verdi. Şimdi ise bu vakfı bir üniversiteye dönüştürmek için araziler alıyordu. Çünkü hedefleri hep yüksekti. Kartallar gibi; zirvede, özgür, kararlı ama yuvaya sadık.

Kim yazdı, kim söyledi, bilinmez “Ahmedof” adını taşıyan bir türkü söylenir Bingöl’de. Ama her düğünde, her cenazede, hatta çocuk doğduğunda bile söylenir. Bu türkü sadece Azize’nin değil, her kadının sesidir. Terk edilmişlikten, direnişten, yeniden kurulan hayatlardan söz eder. Sessizlerin ezgisidir.

Budan Malikânesi artık yalnızca taş bir yapı değildir. Sessiz ama güçlü, köklü ama dönüşen bir hafızadır. Çünkü orada, sessizliğin içinden bir hayat doğmuştu. Ve o hayat, hâlâ büyümeye devam ediyordu…

Reyhan KocabalReyhan Kocabal

4 Responses
  1. İlhami çağrıtekin

    Kısa ve net helal olsun Ahmet budan ve tüm ailesine Azize anasına babasına büyük geçmişler olsun çok cefa çekmişler ama sonu mutluluklar bitmiş herkese kısmet olmayan bir mutluluk sonunda bulmuşlar

  2. Kalemine sağlık bir çok anısına şahsen tanıklık ettiğimiz bir aile ve gerçekten büyük dersler çıkarılması gereken insan azmini neleri yapabileceğiniz bir hayat serüveni

Yorumlar