Haftalık okuduğum gazetede “Bahçemizi ekmeyi bilmeliyiz” cümlesi ne çok şey hatırlattı bana, ne çok şeyi farklı hissettirdi, düşündürdü ve hislerime tercüman oldu. Anılarım ve duygularım canlandı. Cümleyi okuduğunuzda sizin aklınıza ilk ne geldi? İçimizdeki bahçe, dışımızdaki bahçe, hangisi?
Üç tarafı bahçe kaplı bir evde büyüdüm ben. Annemlerin tanımıyla evimiz ‘düz ayaktı’. İkiz tip dediklerinden. Banyodan sesler, kokular gelen komşumuzla aramızda sadece bir duvar vardı. Yeşil, toprak seven ve titiz insanlar için bahçeli ev her zaman ayrıcalıktır. Bizim için de hep öyle olmuştu. Ne çok anılar var tekrarı mümkün olmayan.
Pandemi süresince ve sonrasında oluşan ihtiyaç ile bahçe, doğal yaşam ne çok konuşulur oldu. Şehirden kaçabilenler kaçtı. Şimdilerde ekonomik sebeplerle şehirlerden tersine göç, köye ve kırsala dönüşler başladı. Belki bu durum tarım için daha iyi olabilir; yaşayacağız ve göreceğiz. Ah benim iyimser hallerim…
Bahçeli yaşamlarda sabah kuş sesleri, horoz sesleri ile bitmeyen cırcır sesleri, akşam serinleme için çardak altı sohbetlere eşlik eden ateş böcekleri, rüzgarda yaprak sesleri sessizliğin sesidir. Bahçe mahsulleri evin bitmeyen zorunlu telaşlarıdır. Mutlaka yapılması gereken bir iş vardır. Kavanoz kavanoz reçeller, marmelatlar, turşular, kurutulan naneler, sulama, çapalama, ot temizleme, sırık dikme, bağlama, vs. vs.
Bahçeli evlerden oluşan mahallelerde komşu bahçelerinden de faydalanılır, mevcut ne varsa olan hep gönülden paylaşılırdı. Hatta evde pişen bölgesel yemek, yeni bir pasta tarifi, el açması hamurdan börek bile paylaşılırdı. Bu sebeple tabak iadesi hep gündemimizdeydi ve asla boş gönderilmezdi. Bu tabakları evin küçüğü olarak komşulara çoğunlukla ben taşırdım. Ne güzel ritüeller değil mi?
İlk hasat salatalık, domates, biber özenle koparılır; tane tane kahvaltıların yanına eşlik ederdi. Taze maydanoz daha yeni toplanmıştır bahçeden, domatesin kokusu ve tadı başkaydı.
Annem sabahları hep erkenden daha güneş tepeye çıkmadan onun tabiriyle “ezandan sonra” bahçesinde
çalışmaya başlardı. Bahçe dediğime bakmayın hobi bahçesi. Evin önü güller, mevsimlik çiçekler, meyve ağaçları, üzümler hem beyaz hem kokulu karadeniz, özenle ekilen sıra sıra sebzeler hep bir nizam içinde ve mevsimine göreydi.
Saat ona doğru evde kim varsa ki o çoğunlukla babamdır: kahvaltı hazırlanır anneme haber verilirdi. O çoktan ne varsa bahçede evin kapısına toplamıştır: Günlük sebzeleri, yere düşen kurtlu meyveleri, dalında özenle toplanan olgunlaşmış elmalar, armutlar, erik, incir en sevdiklerimizdi.
Annemin bahçe kıyafetleri vardı, eve gelir duşunu alır tazelenir hep birlikte kahvaltıya otururduk. Babam saat ona doğru acıktığından annemin bahçeden çok geç gelmesini istemezdi. Her zaman “Hanım niye uğraşıyorsun bu kadar, su parası kadar ürün bahçeden almıyoruz” diye söylenirdi. Annem de cevaben “sen anlayamıyorsun dalından koparıp yemenin keyfini” derdi. Ne kadar haklıydı. Aslında babam annemin yorulmasını ve hastalanmasını istemediğinden tamamen korumak amaçlı ettiği söylemlerde bunlar. Yetmişli yıllar, seksenler, doksanlar, ikibin onlara kadar böyle geçti. Sonra boş ve bakımsız kaldı ve geçen yıl da satıldı o ev: 16 nolu cadde no 9. Çocukluk anılarım kapandı gibi hissettim ve evi bir daha asla görmeye gitmedim.
Toprakla bahçeyle ilgilenmeyi hep sevdim, severim. Ev işlerinden kaytarmak için “anneme yardım bahanesiyle hep kaçmak için bahçeye giderdin” diyorlardı ablamlar, gülüyoruz şimdi. Onlar annemle birlikte bahçe ile hiç ilgilenmezlerdi, sevmezlerdi. Şimdilerde hepsi yazlık bahçelerini anlata anlata bitiremez olmalarının açıklaması sahiplenme ile ilgilidir, belki de yaş almakla birlikte değişmeleridir.
Otuz yıldır İstanbul Anadolu yakasında yaşıyorum. Şehrin geneline baktığımızda daha düzenli ve yeşil mahallemiz, şanslıyım. Zaten bu nedenle yıllarca çalışmak için sabah ve akşam köprü trafiğine katlandım. Yazları sabah yatağımdan daha kalkmadan bahçemizdeki ağaçlara gelen kuşları dinlerim. Uçuşan perdelerde rüzgârla birlikte sabah enerjim yükselir. Kuşlar için balkonuma su ve ekmek kırıntıları bırakırım. Koymadığım zamanlar kargalar kızar balkonun tam ortasına kakalarını yaparlar, çözdüm onları zeki hayvanlar. Son zamanlarda iki adet kumrum da oldu: onların yeri mutfak penceresi bakışırız bisküvi kırıntıları, simit susamları seviyorlar paylaşıyoruz.
Şehirde yaşarken yoğun çalışma dönemlerinde balkonumu tüm yaz dayanan ve sulamak dışında pek hizmet istemeyen renk renk kırmızı, beyaz, turuncu siklamen, sardunyalar ekerdim. Kurumsal hayatta işim gereği çok orkide hediye gelirdi. Bir kısmını eve getirmiştim. O zamanlar orkide kıymetli ve pahalı idi. Renk renkti orkidelerim: Sarı ve siklamen renkli orkideye az rastlanıyordu ve evimin aydınlık salonunu sevmişlerdi. Bazen de orkidelerimi evime gelen arkadaşlarımdan beğenenlere hediye ederdim. Var benim ruhumda vermek: huyum paylaşmak üzerinedir. Evimden ve şehrimden uzak kaldığım altı yıl içinde seyrek gelebilmekten orkidelerim çiçeklerim kurudu. Tek yaşayan kılıç çiçeği oldu. (Kılıç çiçeği: Oksijen seviyesini çoğaltan ve karbondioksiti azaltan ve zararlı organik bileşikleri emen kılıç çiçeği, havadan kaynaklı olan alerjileri de önler.) Her evde bulunması tavsiye edilir.
İstanbul’da tekrar sürekli yaşamaya başladığım 2021 yılı haziran ayı şehrim bana yabancı gibiydi: sanki gurbetteyim gibi hissediyordum. Eskiden her hafta gittiğim mekanlar, caddeler tat vermez olmuştu. Düşünmüştüm “ben nereye aitim?” diye. Uzakta yaşadığım illerde sevdiğim ve nefesim dediğim İstanbul arkamdan geliyor sanmıştım pek de öyle değilmiş sonradan anladım. Yıllarca “Doyduğun yere aitsin” nakaratlarının peşinden gittik. İşin aslı öyle değilmiş aslında yeni kavradım. Artık diyorum ki: Ataların nerede, anıların nerede, sevdiklerin nerede ise yüreğin orada ve sen oralısın.
Kokular, sesler, renkler, nesneler bize hep anılarımızı hatırlatır. Şimdi mevsimi olan en sevdiğim reçel ev yapımı vişne reçelidir. Çünkü biz sokakta oynarken acıktığımızda “sana yağ üzerine vişne reçeli” yiyerek büyüyen bir nesiliz. Ne zaman bir urgandan yapılmış iki ağaç arası kurulan salıncaklar gördüğümde geçmişe giderim, hatırlarım: Oturduğumuz site ilçe merkezi (sonradan il oldu) dışında idi. Sitenin tam karşısında alabildiğince buğday tarlaları mevcuttu. Tam tepede yan yana üç çitlembik ağacı vardı. Annem, arkadaşları, onların çocukları ile birlikte oraya salıncak kurmaya, piknik yapmaya giderdik. Piknik kilimlerimiz, salıncak minderlerimiz de özeldi. Çiçek desenli, basmalı Sümerbank kumaşlardan rengarenkti. Güz mevsiminde de buğday hasadı sonrası kalanlarını toplar, eve gelir, haşlar ve şekerle yerdik. Üç ağaç olan bölgeye büyüklerimiz olmadan gitmemiz yasaktı. O zamanlar etrafı biraz tenhaydı. Şimdilerde beton doldu her yer. Salıncak iplerimiz de çok özeldi. Urgan dediklerinden; saf pamuk. Babamdan ipi emanet alır akşam dönüşte iade ederdik. Babam hep “sakın unutmayın” diye tembihlerdi. Aslında babamın tüm bahçe malzemeleri kıymetliydi. Özel boy boy kürek, kazma, keser, balta, orak, çapaları, meyve toplamak için özenli boyanmış ahşap merdivenleri, sepetleri, tamir için yedek parça kutuları vardı. Ne oldu şimdi; dağıtıldı hepsi ihtiyacı olan kullanıcı yeni komşularımıza.
Çocukluğumun geçtiği evi ve anne bahçesini kaybetmiş olmak çok üzücü. “Anne yeryüzüdür” diyordu Ercan Keşal bir röportajında, okumuştum çok haklı. Yazmak da benim için bir bahçe aslında. İçimde büyüttüklerim, ekip biçtiklerim, paylaşmak da bir hasat sanki. Benim gizli bahçem yazdıklarım… İlk kitabımın gelişim ve yaşam kitabı olmasına rağmen kullandığım metafor “soğan” dı. Yani adaya düşsem yanımda olmasını isteyeceğim kalemlerden biri de soğan (mısırlıların sonsuz hayat sembolü) olurdu. Dikerdim, çoğaltırdım, çiğ yerdim, pişirirdim. Hem hayatta kalırdım, doyardım, hem de lezzetli yemekler yapardım.
“Kendimiz kendimizi kabul edersek herkes kabul eder” diyor. Ece temelkuran
Hikayemiz yoksa dünyalığımız yoktur. İnsan ürettiği değerlerdir. Kökler insanoğlunun hikayesidir. Geçmişi unutmadan, kendinden kaçmadan, yeniyi deneyimleyerek, eskileri de yeni eve getirerek yaşamak, hayat böyle bir şey. Anı olmadan olmaz, kimlik olmaz.
Psikolojik sermaye dediğimiz “yaşam geçmişe bakarak anlaşılır ve geleceğe bakarak yaşanır” ilkesi her zaman aklımdadır. Bahçe başka bir medeniyettir. Tek başına olmaz, hep bizliktir. Dikili bir zeytin ağacım henüz olmadı. Şimdiden sonrası hedefim, atalarımın toprağında 1100 km uzaklıktaki bahçemizi canlandırabilmek. Bunun hayali bugünlerimin neşesi. Sizin bahçe hayalinizde neler var ve bunun için ne yapıyorsunuz? Hep yeşil kalın…
“Günümüzde birbirine bağlı topluluklar tamamen kaybolmuşken, aileler birbirinden uzaktayken ve teknoloji her yerde biten ekranlarıyla, çoğu yerde insanlar arası ilişkilerin yerini almışken hikâye anlatma, bize derinlerdeki bir ait olma duygusunu geri getirebilir ve topluluk olmanın canlandırıcı sıcaklığını yeniden yaratabilir.” Ashley Ramsden ve Sue Hollingsworth’un yazdığı Hikâye Anlatma Sanatı adlı kitaptan
“Siz Beyefendiler, belki de çıldırdığımı düşünüyorsunuz. İzin verin de, kendimi savunayım. İnsanın her şeyden önce yaratıcı bir hayvan olduğunu kabul ediyorum. Evet onun yazgısında, bir amaca doğru bilinçli olarak koşmak, mühendislikle iştigal etmek vardır; yani, ezeli ve ebedi olarak, biteviye yeni yollar inşa etmek, … İnsan, yollar yapmayı sever, bu su götürmez. Ama … amacına ulaşmak ve inşa ettiği yapıyı tamamlamaktan içgüdüsel olarak duyduğu korku olmasın bunun sebebi? Nereden biliyorsunuz, belki de o muazzam yapıyı yalnızca uzaktan seviyor ve yakından bakmak bile istemiyordur. Belki de onu yalnızca inşa etmek istiyor ama içinde yaşamak istemiyordur.” Yeraltından Notlar kitabından Dostoyevski